Gülçin BAŞDEMİR
“Bir bar taburesi üstünde,
babamın öldüğü yaştayım.”
Ben başka bir yaşta öleceğim, diye düşündü. Nedense babasıyla aynı yaşta ve onun gibi kalp kriziyle öleceğini düşünmüştü bugüne kadar. Dün sağlık kontrolünün sonunda doktor arkadaşı, “Domuz gibisin, bu vücut seni epey götürür. Ama kafanı bilemem,” demiş, sırtını sıvazlamıştı. Sevinmedi. Üzülmedi de.
Şarkı beşinci kez dönüyor. Arka masadaki adamın sesi de beşinci kez yükseliyor, bu sefer biraz daha sarhoş. “Benim hayatım roman.” Kadın masada kıkırdıyor. Beşinci kez.
Tezgâhın arkasındaki esmer delikanlı, sağında iki tabure ötede oturan kadına ve arka masaya göz atarak, “Abi değiştireyim artık şarkıyı,” diyor, gergin, sıkıntılı. Bara geldiğinde orada oturuyordu. Uzun dalgalı saçları yüzünü saklıyor. Üstündeki elbisenin bol kolları ve sırtına aldığı şalın kıvrımları arasından yalnızca elindeki rakı bardağını sıkıca saran elleri görülüyor. Barın loş ışığında elbisenin rengini seçemedi. Tezgâhın en sonundaki tabureye kadına ve öteki masalara sırtını dönerek oturmuştu. Önündeki alçak duvarın ardında başlayan kumsal ve kumsalın ötesindeki denizden başka bir şey görmüyor. Kumsala yayılıp geri çekilen su, her gelişinde sahilden vuran ışıkların yansımasıyla parıldayıp her gidişinde yerini kadifemsi mat bir ıslaklığa bırakıyor. Kadın sessizce ağlıyor. Arada belli belirsiz hıçkırığı duyuluyor. “Son kez, sonra değiştirebilirsin.” Gülümsüyor. Ne arkadaki masada oturanlar, ne kadın farkında çalan şarkının.
Ben de ağlamalıydım şimdi, diye geçiriyor aklından ve niçin ağlamadığını ânında merak ediyor. Ayrılıklara mı alıştı? Gözyaşları mı kurudu? Yoksa sandığı kadar sevmiyor muydu? Üzülmemiş olabilir miydi? Farkında olmadan elini göğsüne götürdü, yokladı, yüreği mi taşlaşmıştı yoksa? Hayır, hepsine hayır. Artık biliyordu. Geçeceğini biliyordu. Belki bir yıl, altı ay, belki bir ay ama sonunda geçecekti. Yüreğim yoruldu, diye düşündü. Büyüdüm galiba. İlkokulda ilk aşıyı olurken nasıl korkmuş, canı ne çok yanmıştı, ağlamıştı haykıra haykıra, uzun uzun. O acı hiç geçmeyecek sanmıştı. Sonra öğrendi geçtiğini, ikinci aşıda daha az ağladı. Sonra korkmadı ve ağlamadı bir daha aşı olurken. “Bu da öyle bir şey işte,” dedi kısık sesle kendi kendine.
“Bir bar taburesi üstünde,
babamın öldüğü yaştayım.”
Tezgâhın kenarında bir hareket, belli belirsiz, kayboldu. Neydi o? Gözlerini kapayıp açtı iki kez. Bir daha baktı aynı yere. Bir şey göremedi. Yaşlanıyorum ve saçmalıyorum, hayal görüyor olmalıyım, diye düşündü. Kaç kadeh içtim acaba? Gülümsedi. Önündeki kadehin dibinde kalan yudumu bir dikişte içti. “Bir tek daha alayım Erhan,” dedi delikanlıya. Dolu kadehe uzanırken gördü onu. Bu sefer açıkça gördü ama ânında kayboldu örümcek. Kaybolduğu yere dikti gözlerini, biraz sonra bir karış öteden sağdan yeniden çıktı tezgâha. Tedirgin durdu, kıpırtısız. O da kıpırtısız durdu ürkütmemek için. Bir süre sonra örümcek hareket etti, tezgâhın üstünde çabuk çabuk yürümeye başladı, ondan uzaklaştı. Sonra durdu. Kadın hareket etmişti. Örümceği takip ederken hafifçe kadına doğru döndü. Kadının Erhan’a bir şeyler söylemek üzere tezgâhın üstünden eğildiğini gördü. Ne söylediğini duymadı. Şarkı bitmişti. Erhan değiştirdi.
“Ben yoruldum hayat,
üstüme gelme.”
Gülümseyemedi. Büyük bir yudum aldı içkisinden.
Aniden örümceği hatırladı, tezgâhın kahverengisi üstünde bir kıpırtı görmeyi umarak sağa doğru gözleriyle tezgâhı taradı, tam orada, kadının hemen yanında yakaladı. Rengârenk boncuklardan yapılmış örme bilekliğin boncuklu sicim saçaklarından birine sıçrayıp koluna doğru tırmanıyor. Kadına nasıl söyleyebilir? Söylemeli mi? Eliyle alıp atmalı mı? Ya kadın korkup çığlık atarsa? Tabureden bile düşebilir. Görmezden gelebilir ama o zaman örümcekle suç ortaklığı yapmış olmaz mı? Gözleri örümcekte, tabureden indi, onun hareketini fark eden örümcek durdu. Yavaşça kadına yaklaştı. Bilekliğin sicim örgüleri arasında kaybolmak üzere.
Birden midesi kasıldı, karnına bir tekme yemişlik duygusuyla sarsıldı. Kadının bilekliği, Gümüşlük tatilinde katıldıkları boncuk örme atölyesinde örüp Eylül’e hediye ettiği bileklikti.
“Eylül,” diye fısıldadı.
Kadın döndü, “Selçuk,” dedi şaşkınlıkla, ağlamaya başladı. Selçuk bir an hareketsiz kaldı. Sol koluyla Eylül’ün omuzlarını sararken, sağ eliyle saçlarını okşamaya başladı.
Örümcek? Gerçek miydi?
Kollarındaki Eylül gerçekti.
“Örümceği yerleştiremedim,” dedi Selçuk, sıkıntıyla. “Nereye,” dedi Eylül. Örümcek nereye yerleştirilebilir ki? Örümcek yerleştirmek ne demek, diye düşündü ama soramadı, aptalca bir şey sorma korkusuyla.
“Öyküye.”
“Bilmece gibi konuşup durmasana, ne öyküsü, ne örümceği?”
Selçuk’a baktı. Unutmuştu. O her şeyi unuturdu. Şimdi de televizyonun karşısında, elinde birası, maç seyrederken bir eli onun dizlerinde, koltuğa kaykılmış otururken unutmuştu. Onu sevdiğini unutmuyordu asla. Bir de kızını.
“Atölyede ödev vermişlerdi ya, anlatmıştım sana.”
“Evet hatırladım şimdi. Kurguladığın öyküye örümcek yerleştirmeye çalışıyorsun yani?”
“Evet.”
“Tamam anlat öykünü yerleştirelim beraberce.”
“Yani maçı bırakıp benimle birlikte öykü mü yazacaksın şimdi?”
“Evet. Maçın sonu belli oldu zaten, seyretmeme gerek yok. Şu anda seni üzen şey her neyse o daha önemli. Benim karımı benden başka kimse üzemez.”
“Tamam o zaman, dinle. Şimdi adamı bara yerleştirdim. Adı Selçuk. Arkasındaki tabureye olası sevgiliyi oturttum. Aralarında bir iletişim olacak ve sevgili adayı olduğu anlaşılacak. Bu kadarını becerebiliyorum, kolay. Ama öykünün içinde örümcek yok. Onu tıkıştıracak bir yer bulamadım. “
“Örümceği koyma o zaman.”
“Olmaz, koymak zorundayım.”
“Anlamadım, nasıl yani? Böyle saçma bir şeyi kim isteyebilir ki?”
“Öyle işte, ödev öyle.”
“Aşkım sen iyi bir öykü yazarsan, ki yazacağına eminim, öyküde örümcek olmadığı için ret mi edecekler? Ödevden çakacak mısın?”
“Ne bileyim? Çakmam herhalde ama yapamamış olurum.”
“Başarı ne ki?”
“Selçuk, her seferinde bu felsefi tartışmalara girme lütfen. Yalnızca ödevi tam yapmak istiyorum. Anlasana.”
“Tamam aşkım. Anladım. Şimdi öyküne bir daha bakalım o zaman.“
“Anlattım işte, mekân bar, zaman akşam. Adamı, adını, barı, kadını hepsini yerleştirdim ama örümceği koyamadım.”
“Şöyle bir şey denesek?”
“Ne denesek?”
“Örümcek, kadının saçlarındaki örümcek örgü olsa mesela? Bildiğin örümcek olmak zorunda mı? Öykünün içinde örümcek kelimesinin geçmesi gerekiyor, o kadar değil mi?”
“Aslında evet.”
“Tamam o zaman, kadının saçının örümcek örgüsü şeklinde örüldüğünü söyle ve geç gitsin.”
Kalktı, sarıldı kocasına.
“Oldu, gerçekten oldu. Teşekkür ederim,” dedi. Öpücüklere boğdu onu, özellikle kelinden öptü. “Hadi yatalım o zaman, bitti,” dedi.
Sayın ve çok saygıdeğer editörüm, bu öykünün elden geçmesi gerektiğinin farkında olduğunuza eminim. En azından bir acil düzeltme öneriyorum:" “Örümceği yerleştiremedim,” dedi Selçuk, sıkıntıyla. “Nereye,” dedi Eylül." cümlesinde Selçuk ve Eylül isimlerinin yer değiştirmesi gerekir.