Gülcihan PAKSOY ERKEN
Nöroloji servisini hep sona bırakırdı. En berbat tuvaletler buradaydı çünkü. İlaç kokan dışkıları tuvaletin en olmadık yerlerinden temizleye çalışırken keşke ölseler diye geçirirdi aklından. Ölmezden az önce hastaneye yatırılan ve uyurlarken canlı olduklarından çoğu zaman şüphe ettiği bütün o yaşlı ve düşkün hastalar buraya doluşturulmuşlardı. Refakatçilerinin kolunda koridorda yürümeye çalışan bu bir deri bir kemik insanların da ölmeyi istediklerini düşünürdü çoğu zaman. Dahiliyede ekstradan çıkan son işini- hasta kolunu çarpmış da deskteki kan tüplerinin hepsi yere düşmüş- de bitirip nörolojiye geçti. Elinde süpürge ve kovasıyla, kambur sırtı ve solmuş mavi önlüğü ile yürürken durup dinlenme ihtiyacı hissetti. Yorulmuştu. Etrafına bakındı ve kimsenin onu görmediğini düşündü. Genç hemşirelere baktı. Cıvıldıyorlardı koridorda. Boynunda stereoskopla yürüyen doktor. Stajyerler. Hastalar ve refakatçiler. Bir tek kendisi görünmezmiş gibi bir hisse kapıldı. Tuhaf buldu bu hissi. Yıllardır aynı hastanede aynı yerleri temizleyip dururdu. Yıllardır aynı duyguları ve düşünceleri vardı. Bu duygu ise tamamen yeni ve acayipti. Korktu. Hasta mı oluyorum acaba diye düşündü. Nöroloji servisi yine bayağı zorlayacak gibi görünüyordu. Ama Üzüm titizdi. İşini de özenli yapardı, laf ettirmezdi kendine. Önce tuvaletin kapısının önüne kovasını koydu. İçerideki küçük malzeme dolabından malzemeleri çıkardı. Hortum, saplı bir plastik süpürge, çamaşır suyu, eldivenler. Tüm tuvaletleri tek tek özenle yıkadı, süpürdü. Yeniden kullanılabilir hale getirdi. Malzemeleri dolaba yerleştirirken artık yaşlandığını düşündü. Eskiden bu kadar yormazdı bu işler çünkü. Mavi eşarbını çıkartıp, ensesinde uçlarını çevirerek yeniden taktı saçlarına. Eh işte bugün de işi bitmişti, yavaş yavaş hazırlanıp çıkabilirdi. Eve gidip uyumak istiyordu. Soyunma odasına gitti. Diğer kadınlar hararetle bir şeyleri tartışıyorlardı. İlgilenmedi. Önlüğünü ve eşarbını çıkarıp dolaba koydu. Günlük eşarbını bağladı çenesinin altından bu sefer. Kabanını giydi, çantasını aldı. Yataklı servis kapısına gitti. Kapıyı açtı. Tam dışarı adımını atacaktı ki durdu. Hiçbir şey yoktu dışarıda. Koca bir boşluk. Simsiyah. Belki biraz gri. Sonsuz bir boşluk. Korkuyla geri içeri girdi, kapıyı kapattı. Eve gitmesi gerekiyordu. Uyuması lazımdı. Diğer kapıdan çıkarım o zaman dedi. Poliklinik kapısına gitti, kapıyı açtı. Yine aynı boşluk. Oysa karşıda dolmuş durağı olmalıydı. Oradan binerdi hep dolmuşa. Simitçi vardı. Ayakkabı boyacısı vardı. Karlı dağlar ve uzaktan çatıları seçilen evler vardı. Şimdiyse uçsuz bucaksız bir boşluk. Keyfi kaçtı. Başka kapı var mıydı diye düşünmeye başladı. Bu ikisinden başka kapı kullanmazdı ki hiç. İkinci kattan yemekhaneye giden bir çıkış vardı. Arkadaki otoparka çıkabilirdi oradan. Gerisin geri ortopedi servisine yürüdü. Kapının önüne geldi. Kapı kilitliydi. Açamadı. Çaresizlik duygusu bütün ruhunu sarmıştı şimdi. İyice bunalmış hissetti kendini. Yorgundu. Eve gitmeliydi. Beyin cerrahide bir personel odası vardı. Doktorlar ve hemşireler sigara içmek için kullanırlardı orayı. Oraya gitmeyi düşündü. Odaya girince rahatladı. Pisti, karanlıktı ama bir kanepe vardı. Onun üstüne kıvrıldı. Uykuya dalarken artık eve gitmesi gerekmediği için rahatlamıştı.
Karanlıkta uyandı. Nerede uyuduğunu hemen hatırladı. Yine de ışığı yakmadan inanmak istemedi. Işığı bekleyecekti inanmak için. El yordamıyla bir elektrik düğmesi buldu. Tık. Küçük oda aydınlanıverdi. Kullanılmayan bozuk aspiratörler, eski model EKG cihazı, üst üste malzeme kolileri, dolaplar, havalandırmaya bakan tozlu, gülkurusu kalın perdeleriyle küçük bir pencere ve önündeki dolu kül tablası ve kirli kanepe ışıkla birlikte gerçekliğini ilan etti. Boşluğu hatırladı. Gerisin geri kapıdan dönüşünü. Uyumak belli ki iyi gelmişti. Saat kaç olmuştu acaba? Odanın kapısını yavaşça açtı. Koridor boştu. Hemşire odasının ışığı yanıyordu. Kapısına doğru yürüdü. Televizyon sesi geliyordu. Gidip hemşireyle konuşmalı mı yoksa saklanmalı karar veremedi. Üzümü hastanede herkes tanırdı. Anlatamazdı ki durumu. Odaya geri dönerken hasta yataklarının yanında kanepede uyuyan refakatçileri fark etti. Gece olmalıydı. Odaya girip kapıyı yavaşça kapattı. Serviste bir hırsız gibi saklanıyordu. Ama neden? O boşluğun sorumlusu kendisi değildi ki. Başı ağrımaya başlamıştı. Odaya şöyle bir alıcı gözle baktı tekrar. Soğuktu burası ve üstüne örtecek bir battaniye bulabilse iyi olacaktı. Kalktı, dolabın birini açtı. Altta gelişigüzel atılmış bir çarşaf ve yastık vardı. Birileri daha önce bu odada uyumuş demek ki diye düşündü. Titizdi üzüm. Bir çare düşünmeliydi bunları böylece kullanamazdı. Eşarbını çıkardı yastığın üzerine serdi. Sonra kabanını çıkartıp üstüne örttü ve çarşafı da onun üstüne örttü. Hızlıca uykuya daldı.
Serviste yavaştan beliren ve gittikçe artan ayak sesleri, konuşmalar ve tıkırtılar yeni bir günün başladığının habercisi olarak uyandırdı üzümü. Ne yapacağına karar vermeye çalışıyordu. Olağan bir durummuş gibi kapıyı açıp çıksa. Gören olsa bile yadırgayacağını sanmıyordu. Bu insanlar üzümü hastanenin her yerinde görmeye alışkındı muhtemelen. Öyle de yaptı. Kapıyı açtı, koridordaki insanlardan teki bile kafasını çevirip bakmadı. Yavaşça uzaklaştı.
Koridordaki saate baktı. Geç bile kalmıştı. Hızlandı. Personel giyinme odasına gitti. Kimse yoktu. Herkes giyinip işinin başına geçmiş olmalıydı. Dolabını açtı, üstünü değiştirdi ve her günkü işlerine girişmek üzere servislerin yolunu tuttu. Her servisin tuvaletinde temizlik malzemelerini koydukları bir dolap vardı ve yanında temizlik arabaları dururdu. Sabah rutini malzemeleri yerleştirip arabayı hazırlamak ve en üst kattan temizliğe başlamaktı. Öyleydi herhalde. Emin olamadı sabah ilk olarak nereden başlıyordu ki? En üst kattan başlamaya karar verdi. Üst kat tuvaletine doğru yürürken dün ne olduğunu sordu kendine. Boşluk. Dışarı çıkamamıştı. Evine gidememişti. Kalp atışları gittikçe hızlanmaya başladı. Başka bir şey daha vardı. Evini hatırlamıyordu. Düşününce aklına tek tek gelen eşyalar bir göz odaya yavaşça yerleşiyordu ama evi neredeydi? Korkusu artmaya başladı. Kapının önündeki boşluktan sonra şimdi de geçmişi bir boşluğa düşmüştü sanki. Şimdi vardı yalnızca. Üzüm vardı. Üzümdü o ve temizlik yapıyordu. Tırabzanlara tutunarak durdu. Bir yolunu bulup sakinleşmeliydi. Gerisi nasılsa yoluna girerdi. Duyulmayan bir sesle bir başkasını teselli eder gibi kendisiyle konuşuyordu.” Hastanede ihtiyacın olan her şey var”, “dışarısı yoksa yok, korkma burası sana yeter” dedi. Kalp atışları yavaşlamaya başladı, nefes alışverişi düzeldi. “Dışarı çıkmam gerekmiyor” dedi kendi kendine. Tırabzanları tutan elleri gevşedi, ağırlığını kolları değil de bacakları taşımaya başladı yeniden. Dahiliye servisine çıktı. Koridorda yürürken bir el dostça omzuna kondu:” Hayırdır, konsültasyona mı geldin?” Servisin doktoru olmalıydı hatırlamıyordu. Gülümsedi.” Hocam buradan başlayacağım” dedi. Karşısındaki genç adamın belli ki acelesi vardı, üstünde durmadı.” Hadi bakalım, kolay gelsin o zaman doktor hanım” dedi. “Doktor hanım?” Bir çeşit şakalaşma olarak algıladı Üzüm. Doktor Üzüm olarak hayal etmeye çalıştı kendini. Olmadı. Güldü. Tuvalete gidip temizlik arabasını hazırlamaya başladı. Temizlik arabasıyla koridorda yürürken etraftaki hemşire hanımlar durup ona bakmaya başladılar. Sanki olağanüstü bir iş yapıyormuş gibi bir şaşkınlık havası vardı koridorda. Üstüne başına baktı üzüm bir tuhaflık var mı diye. Her şey fazlasıyla normaldi oysa. Yürümeye devam etti.
Ayakta dikilip onu seyreden hemşire hanımların yanından temizlik arabasıyla birlikte geçerek koridorun sonundaki hasta odasına girdi. Paspasın fazla suyunu sıkıp yeri paspaslamaya başladı. Bir süre sonra bütün hemşirelerin şaşkınlık içinde odanın kapısında toplandığını fark etti. Hepsi de hiç konuşmadan büyümüş gözlerle onu izliyordu. Durdu. Sonunda orta yaşlı bir hemşire hanım “ama siz neden burayı siliyorsunuz?” diye sordu. Nereyi silmeliydi? Sinirlendi ama tartışacak durumda değildi. “Nereyi sileyim?” diye sordu. Hemşire hanımlar birbirlerine baktılar. “Siz iyi değilsiniz, yardım için birilerini çağırsak iyi olacak” dedi aynı hemşire. Üzüm korkmuştu. Kimseye anlatamazdı, inanmazlardı. Anlatmak da istemiyordu. Hiç istemiyordu. Kapıdan hızlı adımlarla çıktı, merdivenlerden indi ve beyin cerrahisi servisinde uyuduğu odaya girdi. Kapıyı arkadaki anahtarla kilitledi. Bir süre ayakta kapıya yaslanarak bekledi. Galiba kimse buraya girerken onu görmemişti.
Kapı çaldı. “doktor hanım, lütfen kapıyı açın.” Kımıldamadı. “lütfen doktor hanım!” Kapıya vuran el gittikçe daha sert ve sabırsız olmaya başladı. Kapının önünde sesler çeşitlendi, gürültüler, homurtular gittikçe şiddetlendi. Kulakları uğulduyordu. Kanepede dizlerini karnına çekip küçüldü. Ağlamaya başladı.
….
Psikiyatri servisinde karşısındaki tombul beyaz sosyoloji profesörüne hikayesini anlatıp bitirmişti. Muhatabı son manik nöbetinde ortalığı biraz karıştırınca bir süreliğine yatarak tedavi alması icap etmiş. Sonra da kendini burada bulmuş. Keyifle dinledi tüm hikâyeyi. Dişlerini göstererek sırıttı üzümün hikayesi bitince: " Kuzum seninki de hani şu rüyasında kelebek olduğunu gören bilge mi yoksa rüyasında bilge olduğunu gören kelebek mi hikayesi olmuş." Kahkaha attı sonra. " Hangisini tercih edersin?" dedi. " Üzümü seviyorum." dedi, üzüm. O özgür bir kadın. "Boşluğu bile dert etmeyecek kadar özgür."
Comments