Muhsin Çelik
Yaşadığı Dünya ve Çatışmaları
Yaşamın anlamını ararken Kafka’nın temel yaşantısı, yabancı olmak ve varlığın içinde kendine bir yer bulabilme gereksinimini duymaktır. Günce’sinde şöyle yazıyor: "Bir yabancıdan daha yabancı yaşıyorum."
Yahudi olması, Almanca konuşması ve Avusturya - Macaristan imparatorluğu boyunduruğundaki Çekoslovakya’da yaşaması, ondaki yalnızlık ve köksüzlük duygusunu artırmıştır.
Okul çocukları arasında ve Yahudi azınlığına "uyuz ırk" gözüyle bakılan çevrelerde bütün şiddetiyle süregelen milliyetçilerin küçük çapta ırk savaşlarını gördü. Konuştuğu Almanca ile Çek nüfusundan ayrılıyordu. Öte yandan, kendisini Alman dilinin bir misafiri sayıyordu. Prag’da doğduğu şehirde ise kendini yabancı buluyordu. Yahudi olarak, Almanca konuşan nüfustan ayrılmıştı. Büyük bir tüccar oğlu olarak da halkın dışındaydı. Prag’ın Yahudi gettosu yerle bir edilmişti ama bu töre devam ediyordu. "Eski pis Yahudi şehri, bizler için, etrafımızdaki yeni, temiz şehirden çok daha gerçektir. Bir düşte uyanık yürüyoruz; bizler, geçmiş zamanların hayaletlerinden başka bir şey değiliz ."[1] Toplumla kaynaşamamıştır, yalnızdır, kendini bütün tarihî topluluğun dışında hissetmektedir.
Ona göre İsrail tarihi, İnsanın Tanrı ile ilişkilerinin imgesidir: halkı, seçkin bir halktır, ama aynı zamanda üzerine: Tanrı’nın laneti yağan dik başlı bir halk.
Kafka, tam bir Yahudi’dir, ama aynı zamanda Yahudi topluluğundan kopmuş bir Yahudi’dir. Kıyasıya eleştirir Yahudi dinini. "Sinagogumuzda" adlı hikâyesinde Yahudi topluluğunu, anlamını bir türlü anlamadığı dini inançları ve akideleri körü körüne yerine getiren bir topluluk olarak çizmektedir.
Kafka, soyut bir yazar değildir: hiçbir yerden gelmiyora, hiçbir yere bağlanmıyora, hatta belki hiçbir yere götürmüyora benzeyen bu İnsan, delicesine, İnsanların dünyasına kök salmak istemektedir. Bu büyük istekle ilgili olmayan her şey önemsizdir onun gözünde.
Kafka,"kara" bir yazar değildir. Kaç kereler, umutsuz ve yalnız bir kişi olarak anlatılmış olan bu insan, normal olanı, sıhhatli olanı ve insanlar arasında mutlu bir kaynaşmayı bütün gücüyle dilemektedir.
"Beni, tanıdığım bütün insanlardan kuvvetle ayıran bir özellik var bende. İkimiz de, batılı Yahudilerden çeşitli tipik örnekler tanıdık; ama bildiğim kadarıyla, hepsinden başkayım ben; biraz büyüterek söylersem, bir dakika rahat verilmemiş bana, hiçbir şey verilmemiş bana, her şeyi kendim elde etmek zorunda kalmışım; hem yalnız bugünü ve geleceği değil, geçmişi de; her insanın doğal olarak bir geçmişi var, ben bunu bile kendim elde etmek zorundayım; en zorlu iş de bu belki…”[2]
Toplumsal düzeyde Kafka’nın babasıyla anlaşmazlığı, kendi kendine zengin olmuş bir iş adamının, şair oğlu ile olan geçimsizliğidir. Kafka, babasını, üstün bir insan olarak düşünür, fakat onun gibi olmak istemez, istese de olamaz zaten. Babasının işyerinde toplumsal sömürme ve baskı ilişkilerinin ilk tecrübelerini geçirir: "Mağaza, beni ruh hastası etti... özellikle mağazada çalışanlara karşı tutum demek istiyorum... Sen, memurlarına "ödenmiş düşman" derdin, öyleydiler de zaten, fakat bana öyle gelirdi ki, onlar senin düşmanın olmadan önce sen onların "ödeyen düşmanı" idin... İşte bu, mağazayı dayanılmaz yaptı benim gözümde; bana senin karşında kendi durumumu hatırlatıyordu... Bunun içindir ki, ben de mutlaka mağazada çalışanlardan yana oluyordum."[3]
Babası onun gözünde, zorba, yabancılaşmış ve bireyin benliğini boğan bir toplumun büyütülmüş bir imgesi idi. Toplumsal ilişkilerin tümünün eseri olan yabancılaşmayı o, önce babasıyla olan ilişkileri şeklinde yaşadı: "Anımsarım: evde olduğu kadar okulda da benliği gittikçe daha çok silmeye çalışırlardı… Benim benliğim kabul edilmiyordu. Benlikle ilgili bir durum ortaya çıktı mı bu, ya zorbalıktan tiksinmemle ya da benliği yok saymamla sonuçlanıyordu. Öte yandan, benliğimin bir yanını bastırmağa kalkınca da bu, kendimden ve alınyazımdan tiksinmem, kendimi kötü ve lanetli bulmam sonucunu veriyordu!"[4]
Babası hakkında konuşurken ve onun kendisini,"korkunç bir ikili hayata" itişinin nedenlerini açıklarken şöyle diyor: "Dünyadan niçin kaçmak istiyordum? Çünkü: babam, bırakmıyordu beni bu dünyada, kendi dünyasında yaşayayım... İşte o günden sonra ben de bu başka dünyanın yurttaşı oldum... İnsanoğlu için bir üçüncü toprak olmadığından. Kenan ili, mutlaka umut bağlanan biricik toprak diye belirmiş olmalı gözümde..."[5]
Kafka, Brod’a bütün eserlerine, "Babanın Dünyasından Kaçış" adını vermek istediğini söylemişti bir keresinde. Fakat buna bakarak, Kafka’nın eserini bir psikanaliz belgesi sanmak yanlış olurdu; çünkü bir kere bu eserde her şey, Oidipus kompleksinde olanın tam tersine, apaçık bir bilinç içinde geçer; sonra "Babanın dünyası" Kafka’nın, uzun zaman, yabancılaşmanın toplumsal ilişkilerini ve dini ilişkilerini nasıl yaşadığını açıklamaktadır.
Bir bürokrat olan Kafka durumunun devamlı ikiyüzlülüğünden acı duyuyordu. Kendisine göre, toplumdaki bütün yabancılaşmaların özetlendiği bu bürokrasi içinde o, durmadan kendi bilincine karşı hareket etmeğe zorlanmış, sürüklenmiştir: Kimi zaman, tiksindiği bir kuruluşu kollayıcı bir rapor ya da yazı yazmağa; kimi zaman da, doğruluğunda hiç şüphesi olmadığı dilekçeleri geri çevirmeye ya da ustalıkla atlatmaya zorlanmıştır.
Kafka bu ortam içinde, babasının işinde fark etmiş olduğu temel ilişkiyi bin kez daha artmış olarak bulur. Bir kere daha. "çalışanlardan yana"dır... Brod’a, "Bu işçiler ne alçakgönüllü insanlar!" der. "Bize yalvarmaya geliyorlar. Bir saldırıda burayı ele geçirip altını üstüne çevirecekleri yerde, bize yalvarmaya geliyorlar"[6]
Edebiyatta, makinelerin parçaladığı ve kanunun ezdiği emekçilerin dünyasını anlatan yapıtlara tutku derecesinde bir ilgi duyar. Herzen’i, Kropotkin’i, Dostoyevski’yi, Tolstoy’u, Gorki’yi okur.
Mutlu sonla biten tek romanı olan “Amerika”da, roman kahramanı Karl Rossman’ın insani serüveninin Oklahoma sirkine kapılanması ile bitmesi dikkat çekicidir. Kahraman, orada, kendi benzerlerini, Dostoyevski’nin "ezilmişlerini" ve "yenilmişlerini" bulacaktır; tıpkı herkesin, hayatın kendisine yasakladığı rolü nihayet oynadığı bir estetik cennetteymiş gibi.
Kendi kendini bu dünyadan kovup gitgide kendi gerçek vatanı olan bir iç dünyaya sığınan; kendisini kör ve öldürücü bir makinenin hizmetinde bir eşya durumuna sokan günlük işi ile geceleri gündüzki karabasandan kendisinde kalan şeyleri sayıklayarak eserini yaratan bu uykusuz insanın sanatçı eğilimi arasında parçalanmış Kafka, özlemle peşinden gittiği, sosyal ve ruhsal bir topluluğa, hayata bağlanmağa çalışmaktadır durmadan.
Kafka kendini: "İçinde, atalara, karı-koca hayatına ve torunlara karşı büyük bir arzu duyan atasız, kadınsız ve torunsuz "bir kişi" olarak tanımlıyor.[7]
"Evlenmek, bir yuva kurmak, doğacak bütün çocuklara, kucak açmak bu kararsız dünyada onları yaşatmak ve hatta olursa, onlara birazcık yol göstermek... İşte, inanıyorum ki, bir erkeğin varabileceği mutluluğun en son derecesi budur."[8] “On Bir Oğul” öyküsü, bu ataerkil aile özlemini anlatır.
Kafka kendi sorumluluğunun gittikçe daha çok farkındaydı. Kendisini peygamberce bir ödev yüklenmiş kabul ediyordu: fakat güçsüz, yani suçlu bir peygamberdi o. "Bu bir vekâlettir. Yaradılışım gereği, kimsenin bana vermediği vekâletten başka şey yüklenemem. Ben ancak bu çelişme içinde yaşayabilirim. Herkes gibi tabii; çünkü insan yaşayarak ölür."[9]
"Kesin olarak ödevlerini kim biliyor? Hiç kimse. İşte bunun içindir ki hepimizin vicdanı kötü; çabucak kendi kendimizi uyutarak ondan kaçmağa çalışıyoruz... Belki de benim uykusuzluklarım kendisine hayatımı borçlu olduğum bu ziyaretçinin korkusundan, başka bir şey değildir... Belki içimdeki büyük ölüm korkusu, bu uykusuzlukların arkasında gizleniyordur. Belki, uykum sırasında beni terk eden ruhumun bir daha geriye dönmemesinden korkuyorum. Belki uykusuzluk, güçlü bir günah bilincinden, aniden gelebilecek bir yargı karşısında duyulan korkudan başka bir şey değildir. Belki uykusuzluğun kendisi bir günahtır. Belki doğaya karşı bir başkaldırmadır... Günah, her türlü hastalığın tohumudur. Onun yüzünden ölümlüyüzdür."[10]
O, Dava’daki Joseph K... ya da Şato’daki Yerölçücü gibi, engellerden, isterse alabildiğine artsın, yılgınlık getirmeyen bir insandır. O, "en son erekleri aydınlığa çıkarmak" isteyen ve özellikle ne insanları, ne kurumları ne de onların kendi eylemlerini alışılmış, geleneksel ölçülere vurmayı kabul etmeyen, tersine hepsini bu son ereklerde karşılaştırmak isteyen bir insandır. O, vazgeçmeyen, içinde bulunulan zamanın umutsuzluğunu hiçbir zaman kendini bırakma olarak kabul etmeyen bir insandır. Doğru ve temiz, insanların büyük Yasa’sına uygun bir varlık bulunabileceğine dair yıkılmaz İnancı ile ve hep sağlığa, büyüklüğe, yaşama karşı duyduğu aşkla her şeyin anlamını arar. Sporcu, kürekçi, yüzücü, binici olan Kafka, hayatın karanlık tarafını aramaz; hayranlık duyduğu, hayata sımsıkı bağlı insanlara, "bu dünyanın gerçek yurttaşlarına" Notlar’da şöyle seslenir: "Umutsuzluğa düşme, hatta umudunu yitirmediğin şeylerden bile; sen, olanaklarının sonunun geldiğini sanırken bakarsın yeni güçler belirir. Yaşamak denilen şey de budur...
"Yağmura bırak kendini; bırak yağmurun çelik okları vücudunu delip geçsin... ve her şeye rağmen orada kal; seni ansızın sonsuz ışığına boğacak olan güneşi dimdik bekle." Peki, dünyasının ve hayatının öldürücü çelişmelerinin ötesinde Kafka’nın, üzerine titrediği bu güneş neydi?
[5] A.g. e., 541.
[6] Max Brod, Franz Kafka (Idées, N.R.F) s. 132-33.
[7] 1 Kasım 1911, 17 Ekim 1922, 19 Ocak 1922 tarihli Günlük.
[8] Taşrada… “Babama Mektup”, s. 196.
[9] Günlük, s. 222.
[10] Janouch, a.g.e. , s. 161.
Comments