Muhsin Çelik
İç Dünyası ve Belirsizlikleri
Kafka’nın yaşadığı dünya, yabancılaşma dünyasıdır. Çatışmalar dünyasıdır. İkiye bölünmüş insanın dünyasıdır. İnsanın, bu ikiye bölünüşün bilincini yitirdiği, kendisini uykuya bıraktığı dünyadır. Kafka’nın iç dünyası ise hem bu yabancılaşma dünyasına ait olduğunun, ona bulanmış buluğunun bilincindedir hem de uyuyanları uyandırma isteğiyle doludur.
Nocturne adlı parça bu görevi şöyle çiziyor : "Geceye dalmışsın, her yanda insanlar uyuyor. Bir küçük komedi bu, suçsuz bir kuruntu bu: katı yataklarda, katı damların altında, şiltelere uzanmış, ya da çarşaflara, yorganlarının içine büzülmüş uyuyorlar! Gerçekte, daha önceki gibi nice sonra olacağı gibi, çölde toplanmışlar, bir açık hava kampı, sayısı bilinmez bir kalabalık; bir ordu; buz gibi bir göğün altında, kaskatı toprağın üstünde bir halk... Ya sen, sen uyanıksın, gece nöbetçilerinden birisin; yanan ateşten ayaklarına doğru salladığın meşalenin ışığında, her şeyi daha yakından görmektesin. Niçin uyanıksın? Birinin uyanık olması gerek, diyorlar! Öyle birisi gerek." [1] Bu nesnel ikiliği, gerekliliğin birliği ile aşmaya çalışıyor.
Dava’nın kahramanı Joseph K... , bu ikileşmiş insanlardan biridir. Toplumda, görevi ile bellidir o. "İmzaya yetkili" kimsedir; toplumsal düzen nasıl, tamamen insani, evrensel ya da tanrısal bir başka düzenin bayağılaşmış ve yalancı bir karikatürü ise görev ve uğraşın da burada ikileşmiş bir anlamı vardır: sahte ve yabancılaşmış dünyada o, belli bir gücün taşıyıcısıdır, insanı ezen bürokrasi alınyazısının bir çarkıdır. Tıpkı, Kafka’nın, Devlet Sigortası mekanizmasında memur oluşu gibi. Ama aynı zamanda, gerçek dünyada da bir gücün taşıyıcısıdır, tıpkı Kafka’nın ir vekâletin emanet edildiği kimse oluşu gibi fakat belli bir otoritesi yoktur. Bildirisini açıklayabilmekten aciz bir habercidir, suçludur, sanıktır o. O günden sonra işlerini ve yaşamını, gerçek hayatının ta içindeki bu suçluluk duygusu yürütür. Durmadan yargıcını arar, fakat bulamaz, hayatını temize çıkaramaz.
Toplumsal bakımdan kusursuzdur o; işinde doğru bir memur, saygın bir burjuvadır. Yerleşik düzenin boyutları ile sınırlanmış bir dünyada güven içinde yaşayabilirdi.
Ama bir gün, hayatında bir gün, alışılagelmiş dünyanın akıntısı ile oraya kadar ağır ağır sürüklenmişken, varlığının yasallığını, onu haklı çıkaracak son durakları sorar kendi kendine. O zaman bir çatlak meydana gelir bu hayatta:[2] bu çatlak, gerçek olan her şey yeniden ele alındıkça gitgide bir uçurum oluncaya kadar genişler.
Alışılagelmiş yasalar ve hatta ahlaklar geçerli olmasınlar artık diye, insani ya da tanrısal ek bir boyutu tanımanın yeter olacağı bir dünyada sanık haline gelmiştir. Yeryüzünün, gökyüzünün bütün adaleti sarsılmıştır. Ondaki her şey iğrenç görünür: tıpkı sihirli bir değnekle dokunulmuşçasına, bu adaletin kalem odaları, yoksul evleri olmuştur; mahkemeleri, hırsız uğursuz yatağı olmuştur; gizemli yargılar, çatı katlarında, görünmez yargıçlar tarafından okunur ve hiçbir zaman sanığa ulaşmaz.
Kafka, bir büyücünün tam zıddıdır: bir kulübeyi bir saraya, yırtık pırtık giysileri prenses giysilerine döndürmez. Ters yönde bir değişim meydana getirir; pırıltılı hayaller, son duraklardan başlayarak gerçek varlıklarını ortaya koymaları istenince dağılırlar, çökerler ve insanı tedirgin edici, yoksul bir gerçekliği bütün gerçekliğiyle göz önüne sererler.
Şato’da, Yerölçücünün içinde bulunduğu ikilemde iki şık çarpışır durur: köydeki öbür insanlara benzemek: orada çalışmak, evlenmek ve yabancılaşmanın uyuşukluğu içinde yok olup gitmek mi; yoksa Şato’ya sorduğu soruya boşu boşuna cevap istemeye devam etmek mi: gerçek statüsü nedir onun? Kendisini hangi düzene uyduracaktır? Yaşamının kanıtı, son nedeni nedir?
Gökyüzü ile yeryüzü, Şato ile köy arasında ikiye bölünmüş olan o, her iki yanda da kaybedecektir: bıkıp usanmadan Şato’ya sorduğu, onu toplumsal görevinden, insanı çabasından döndürecek, köye olan bağları ise kendisine Şato’nun kapılarını açacak olan büyülü sözcüğü öğrenmesine engel olacaktır. Boş bir gökyüzü ve ölü bir dünya arasında, varlığını ve ölçülüğünü bir türlü kabul ettiremeden ölünceye kadar bir o yana bir bu yana yalpalanıp duracaktır.
Dünyasal ya da göksel her türlü, bürokrasinin ötesinde Kafka’nın "kurtarmak" istediği şey, insanın kendine özgülüğüdür: "Tanrı, ancak kişisel olarak anlaşılabilir. Her insan varlığının kendi hayatı ve kendi tanrısı vardır. Kendi avukatı ve kendi yargıcı. Papazlar ve ayinler, kötürüm olma yolunda bir ruhun koltuk değneklerinden başka bir şey değildir." [3]
Kişi, içine kapanmakla korunabilir mi? Kafka’nın ölümünden sonra yayınlanan üç büyük eseri, Dava, Amerika, ve Şato adlı yalnızlık üçlemesinden daha çok, Yuva adlı kısa hikaye bu bunaltıya cevap veriyor, onu açıklıyor.
Yeraltı hayvanı, yeraltındaki yuvasından ibaret mülkiyetine kapanır ve üzerinde eşyaların ağırlığını ve baskısını artık duymamanın gevşetici ferahlığını hisseder: "Yerimi değiştirdim, dünyayı terk ettim, yuvama indim. Etkisini de hemen gördüm bunun. İnsana yeni güçler veren yeni bir krallık burası; yukarda yorucu olan şeyin burada izi bile yok artık" [4] der.
İçe kapanmışlığın hayallerine keyifle bırakır insan kendini: gerçekle ilgi tamamen kesilir ve katıksız tinselliğin aldatıcı ve hafif boşluğunda her şey daha kolaylaşır ya da öyle görünür: "İç çatışmalarımı bastırabilirsem kendimi mutlu sayıyordum." [5]
Yalnızca kavram ve yöntem güçleriyle nasıl çıkılır hayatın karşısına? Üflesen yıkılacak minnacık bir hayatın içine büzülüp kalmış insan köstebeği, bir tek düşmanının yüzünde bütün bunaltılarını görecektir: "Artık, acayip ve büyük bir hayvanın varlığını kabul etmekten başka bir şey kalmıyor bana; hele bu varsayımı yalanlayacak gibi olan şey onu varlığının imkânsızlığını kanıtlamak yerine, akla gelebilecek bütün tehlikelerden daha tehlikeli olabileceğini gösterdikçe." [6]
Bu hikâyenin ve canlandırdığı bu kapalı, mantıksal ve sınırlı evrenin tasvirinin ilk ilhamını, Milena’ya yazdığı, sembolü açıklayan bir mektupta görüyoruz: "Senin anlayacağın, insan: bu ihtiyar köstebek, durmadan yeni oyuklar açıp durur."
İç dünyanın dışa "kapatılamaması", Babil Kulesi girişimini Çin Seddi girişiminden ayıran şeydir. Babil Kulesi’nin yapılışı, insanın Prometece tutkusunun ifadesidir: kendi gücü ile göğe ulaşmak, Tanrı’ya eşit olmak tutkusu. "Girişimin aslı, ucu göklere değen bir kule kurmak fikridir. Bunun yanında diğer şeylerin hepsi ikinci derecede kalır. Bir kere onun büyüklüğüne kapılırsa insan, fikir bir daha kaybolmaz artık: insanlar olduğu sürece kulenin inşasını bitirmek arzusu, o yakıcı arzu da olacaktır."[7] Çin Seddi ise, bunun aksine, parça parça yapıldığı için, üzerinde gediklerin sürüp gittiği bir tabyadır: "başlıca sorundur bu"[8] Sed, göğe saldırmaya kalkışan insanın atağı, saldırısı değildir artık; "Kuzeyli göçebelere karşı bir savunma aracı olarak", İmparatora "kara oklar" atan imansız halklara karşı onu "korumak için" tasarlamıştı. "Ama devamlı olmayan, kesik kesik bir seddin ne değeri vardır?"[9] Bu bitmemiş parça parça duvarlar, yadsıma ve kuşkunun, üzerinde kara gedikler açtığı hayatın imgesidir. İnsan, seddi kurmak gibi efsanevi ve sonsuz bir çabaya katılırken, varlığının anlamını aramaktadır; bu seddin içinde hayatı kendi üzerine kapanacak ve orada, ortak davanın bütünlüğünde, herkesin eylemine bir anlam ve bir varoluş sebebi yakalayacaktır. Ama bu, erişilir bir hedef değildir. "Bir hedef var, ama yol yok"[10] Bir başka yerde Kafka bu temayı yeniden ele alır:
"Nereye gidiyorsunuz, bayım?"
"Hiç bilmiyorum, buradan uzak olsun yeter! Buradan uzağa, hep uzağa; hedefime varmak için tek yol bu"
"Öyleyse hedefini bilmiyorsun sen?" dedi adam.
"Öyle, diye cevap verdim; söyledim ya sana: buradan uzağa, işte benim hedefim bu!"[11] Yolsuz hedef, hedefsiz yol. Aşkınlığa tutulmuş insan.
"Eskiden, sorumun cevapsız kalabileceğini anlamazdım; şimdiyse nasıl olup da soru sorabildiğimi aklım almıyor. Ama hiç bir şeye inanmıyordum, yalnızca soruyordum."[12]
Kafka’nın iç hayatındaki diyalektiğin bu derin anlamı, birçok yorumcuyu, Kafka’nın düşünmeksizin Kierkegaard’la başlayıp Karl Barth’a ulaşan "bunalım teolojisi" ile ilişkileri üzerinde düşünmeye sürüklemiştir.
"Bunalım teolojisi”nin ana tezi, insanın Tanrı ile olan ilişkileri kavranışında: Tanrı’nın adaleti ile insan ahlakının ortak ölçülerden yoksun olduğu fikridir. İnsan, kendi kendisini kurtaramaz: ahlaki ve kültürel değerler, mutlak’ın yanında hiçtir. Ne bilgi, ne eylem, hatta ne aşk, Tanrı’ya giden yoldur. Kafka’nın anlayışı ile bu yeni Kalvencilik arasında bir benzerlik bulmaya çalışanlar, Karl Barth’ın «Commantaire de l’épitre aux Romains’i (Eski Roma Şiiri Üzerine) ile Dava’nın tamamen çağdaş olması olayını ve Dava’da, tutuklanma emri ansızın gelip Joseph K. sanık olunca, çağrı gelip çatınca, o güne dek günlük yaşayışındaki her şeyin: uğraşı, işleri duyguları, bütün bunların silinip gitmesi olayını kanıt olarak gösterirler. Tanrı’nın yargısı dışında her şey farksızlaşır.
Böylece roman, istiare yoluyla bunalım teolojisinin temel ilkesini ortaya koyuyor kabul edilir: hiç bir insani çaba Tanrı’ya götürmez.
İkinci kanıt olarak, Dava’daki Katedral sembolünün yorumlamasından çıkıyor: Rahip, "Bırak şimdi ayrıntıları"[13] diye emreder. Ve kendisi, simgeler yoluyla ona aslolanı öğretirken, herkes açık olmayan Yasa kapısından girişte yabancıyı durduran nöbetçi hikayesini anlatır. Burada, Tanrı’nın, katına gelenlerin cennete ya da cehenneme gideceklerini kendi belirleyeceği, insanın ise, girişkenliği ve çabası ile bunu sağlamayacağı imgesini gördüklerini sanmışlardır.
Nihayet, Amalia’yı kabaca kendisinin olmaya çağıran Sortini episodunu ve genç kızın bu teklifi reddetmesinden sonra başlayan uğursuzluğu, Kutsal Kitap’taki, İbrahim’in fedakarlığı efsanesinin bir değiştirmesi olarak yorumladılar: Tanrı, İbrahim’den gerçek bir suç işlemesini, oğlunu kesmesini ister: bu yolla onun itaatini ölçerek tüm insanî evrime göre Tanrı’nın emirlerinin köklü yüceliğine işaret eder. Bize göre, benzetme, yalnızca dış görünüşlerde kalmakta ve Kafka’nın dünya görüşündeki derin ilhama bağlanamamaktadır.
Kafka, Ceza Sömürgesi’nde en korkunç bir şekilde Tanrı hükmünün aşkınlığını anlatırken, bir hiddet çığlığı duymamak imkânsızdır: hafifletici sebepler, yani kişilik, tikellik işe karıştırılmaksızın yalnızca yasayı çiğneme suçu cezalandırılır. Kör makine, yargının gereğini yerine getirir: mahkumun etine, kanlı harflerle soyut yargılarını yazar: "Üstüne baş eğ!" "Doğru ol!"
Köy Doktoru"nda ise sanrıya düşürücü öğüdün karşılığını buluruz: tikel tek’in baştan çıkarışlarına kendini bırakmak, isterse sevgiyi yaymak için yapılsın, daha berbat bir kötülüğün yer etmesine fırsat verir. Bir çift sihirli atın çektiği abrada doktor, bir hastanın başucuna gelir: "bir cüzzamlıyı öpecek" kadar görevine bağlıdır ama o sırada evinde seyis, Roza’nın ırzına geçiyordur: "ihanet! ihanet! Geceleyin kapının ziline bir kere boyun eğdin mi her şey bitmiştir artık… Bir daha düzeltilemez durum..."[14]
Kafka, Defterler’inde, yalanın ve kişinin yüzündeki maskenin ötesinde "sağlam bir hakikatin, ancak bir beraberlikte, koro’da bulunabileceğini" tekrar söyler.[15]
Kafka’da inanç, umuttur; insanın hayatındaki yabancılaşmayı aşmak zorunda olduğuna, aşabileceğine kesin güvenidir, hatta bu aşamanın kendisini nereye götürdüğünü açıkça görmese bile. Kafka’nın, bütün eserleriyle saldırdığı bu yabancılaşmanın sınırlarının ötesinde tertemiz bir insani varlık, olasıdır.
"İnanmak: kendindeki yıkılmazı kurtarmaktır, ya da daha doğrusu: kurtulmaktır; daha doğrusu: yıkılmaz olmaktır; en doğrusu: olmak’tır."
Kafka’nın iç dünyası ve bu dünyanın belirsizlikleri böyledir işte. Yabancılaşmanın köklerini sökerek dünyayı değiştirmenin çarelerini görmediği ve göstermediği için hiç de iyimser değildir. Hiçbir zaman, dünyanın saçmalığını ve uğursuzluğunu kabul etmediği için, kötümser de değildir. Kadere boyun eğmiş bir kimse, hiç değildir. Günce’sinde şöyle yazıyor: "Savaş veriyorum ben, hiç kimse bilmiyor bunu... Askerlik tarihi, böyle savaşçı yaradılışlı insanlarla doludur." Dava’nın kahramanı, yargıcını bulamasa, bile durmadan arar ve gücü tükenip yenilinceye kadar kendini cellatlarının eline teslim etmez. Şato’nun kahramanı, köye yerleşmek, kendisini kabul ettirmek için hırsla savaşır. Kafka, ömrünün son günlerinde yazdığı sayfalarda, "Mücadele, yeteneklerimi aşan bir sevinçle dolduruyor içimi; ve belki de mücadeleden değil, sevinçten yenileceğim."[16] diye yazar.
Kafka bir devrimci değildir. İnsanları, yabancılaşmanın bilincine ulaştırsa da, eserleri, baskıyı, bilinçleştirmek yoluyla daha da dayanılmazlaştırsa da kavgaya çağırmaz onları; ve hiçbir ufuk açmaz insanın önüne; açıkça ortaya koyduğu bu drama, ütopik de olsa bir çözüm yolu görmemektedir kendisi de. Ekim 1917 devrimi patlayınca şöyle der : "Rusya’da insanlar, adil bir dünya kurmayı deniyorlar." Ama hemen arkasından ekler: "Bu, dini bir meseledir."[17] Prag’da işçiler sokaklara dökülünce, onlara karşı birden bir hayranlık duyar içinde: "Bu insanlar kendilerinin ne olduğunun o kadar farkında ve keyifleri öyle yerinde ki! Sokaklara hakim oldukları için dünyaya da hakim olduklarını sanıyorlar."[18] Fakat orada da şunları ekler: "Ama aldanıyorlar." Kitlelerin gücüne inanmıyor ve onların mücadelelerinin geleceğinde, önüne geçilmez bir alınyazısıymış gibi, bir Bonapart diktatörlüğünün ve kaçınılmaz bir bürokratik baskının boy göstereceğini sanıyordu. Ama Kafka, bir karşı devrimci de değildir: Baskıcı kurumlara ve onların kudretlerini Tanrı’dan aldıkları iddialarına karşı yaman bir kin duyuyordu. İkiyüzlü ifadeler ya da kurumlar arkasına gizlenmiş olan kapitalist çıkarları fark ediyordu:
"Cemiyet-i Akvam’ın yeni bir savaş alanının maskesinden başka bir şey olmadığına inanıyorum. Savaş devam ediyor ama şimdi başka araçlarla yapılıyor. Savaş tümenlerinin yerini şimdi bankalar aldı. Sanayilerin savaş gücü yerine, mali güçlerin savaşçı yetenekleri geldi yerleşti. Cemiyet-i Akvam, halkların cemiyeti değil, çeşitli çıkar gruplarının entrika çevirme ya da kılık değiştirme yeridir."[19] Yeni Lambalar adlı hikâyesinde, yukarıdaki dünya ile aşağıdaki dünya arasındaki köklü ayrılığı sembolleştirmek isteyince, tema olarak, sınıfların karşıtlığını alması dikkate değer: patronların temsilcisi ile madencilerin delegesi arasındaki zıtlık. Kötü lambaların kullanılması yüzünden kör olmuş olan madenciler, sınıflarının alın yazısını protesto etmek için seslerini yükseltince, görünmez yöneticiler adına konuşan kimse, sorumluluğu o kadar çok sayıda aracı üzerine atar ki, adsız baskı makinesi içinde, hayatın yıkımından kimin suçlu olduğu bir türlü anlaşılmaz.
Aşkınlığın belirtisi somut dayanağını, kendisine en anlamlı ve en canlı imgeyi veren sınıflar çatışması üzerinde bulur. Kafka, öldürücü düzene karşı çıkar ve bir mit yaratarak onun insanlık dışı maskesini indirir. Çağdaşı ve yurttaşı Haşek, Aslan Asker Şvayk’ta hile ve düzenle, toplumsal kurumların ve insanların dış görünüşleri altında yatan gülünçlüğe ve çirkinliğe ışık tutmuştu. Şarlo, Modern Zamanlar filminde inatçı ve apaçık bir imgeyle insanın başkaldırışını çizmişti. Bunlar, yabancılaşma dünyasına karşı insanın sanat diliyle ortaya koyduğu çeşitli tepkilerdir.
Kafka, bir tanrı tanımaz da değildir. Çünkü duygululuğu ve düşüncesi, tüm iç evreni, Yahudi dininin ve devamlı olarak okuduğu Pascal’ın, Dostoyevski’nin, Leon Bloy’un, Kierkegaard’ın ve özellikle Kutsal Kitap’ın etkisi altında oluşmuştu. İbranice ve Talmud üzerine yaptığı incelemeler ile Yahudilerin dini tiyatrosuna karşı tutkusu, inanç dünyasının çekiciliğinin ne kadar etkisi altında kaldığını gösterir: bu, kendini aşma gerekliliğinin en trajik ve en kişisel olarak yaşanmış bir şeklidir.
Fakat Kafka bir mistik de değildir: öteki dünya, hiç mi hiç yüzünü göstermez. Tanrı, insanın hayatını yalnızca yokluğu ile etkiler: Kafka’nın dünyasında Tanrı insanın eksikliğini duyduğu şeyi, dünyanın bizde uyandırdığı yetersizlik duygusunu, inkarı, muhalefeti temsil eder yalnızca. Yani insanlığın tüm hayallerinin reddini temsil eder yalnızca. Gerek Şato’nun "Efendileri" gerek Dava’nın "Yargıçlar”ı, insanoğlunun karşılık beklediği can alıcı soruya hayal kırıklığı yaratan iki yanıt verecekleridir: Ya Tanrı diye biri yoktur ve kendilerini onun hizmetkarları olarak takdim edenler yalan dolanla efendi katına yükselmişlerdir, ya da Tanrı vardır fakat kullarının bir an olsun bize rahat vermeyen işkenceleriyle kendini belli ediyordur ancak. İnanç, hedefsiz bir yol mu, yoksa yolsuz bir hedef midir? "Bir hedef var fakat yol yok; bizim yol dediğimiz şey, kararsızlıktır."[20]
Kafka, bu iç dünyasının kaypaklığından kurtuluşu, sadece sanatçı yaratışta ve mit yaratmada bulur. Edebiyat yaratışı, Kafka’ya, varoluş çatışmasını aşma imkânını verecek olan yabancılaşmadan kurtulma tekniği midir? İnsani olandan çıkan bir yol olacak mıdır bu? Sanat, dini inancın yerini alabilecek midir? Sanatçı, Peygamberce ödevini yerine getirebilecek midir? Kafka, ölüme karşı bu bahse girişti. "Her şeye rağmen, ne pahasına olursa olsun yazacağım. Bu benim hayatta kalma savaşımdır."[21]
[1] Çin Seddi, Nocturne, Gallimard. s. 174 [2] Köpek, varlık sebebini sormaya, başlar: "Hayatım ne kadar değişti... Daha yakından bakınca, onda, ufak bir çatlak görüyorum: Bir şeyler aksardı hep, tedirginlik gibi bir şey" ta ki "gürültü patırtı ortasında, yüksek sesle, onlara buyururcasına sorularımı bağırdığım" ana kadar. (Çin Seddi’nde "Bir Köpeğin Araştırmaları" s. 231-238) [3] Janouch, Kafka ile konuşmalar, s. 155 [4] Ceza Sömürgesi’nde, “Le Terrier” (Yuva), s. 137. [5] A,g,y., s. 152. [6] A,g,y., s. 156. [7]Çin Seddi’nde “Les armes de La ville” (Köyün Silahları), Gallimard, s. 128. [8] Çin Seddi, s. 102 [9] Çin Seddi, s. 95-96. [10] Taşrada Düğün Hazırlığı, s. 77. [11] Çin Seddi’nde "Le Départ" (Yola Çıkma), s. 172. [12] Taşrada Düğün Hazırlığı, s. 40. [13] Dava s. 342. [14] Değişim’de, Köy Doktoru, Gallimard, s, 119. [15] Taşrada Düğün Hazırlığı, s. 301. [16] Günce, s. 220. [17] Janouch, s. 107. [18] Janouch, s. 108. [19] Janouch, s. 107. [20] Taşrada Düğün Hazırlığı, s. 39. [21] Günce, 15 Temmuz 1914, s. 60.
Comentários